Yıllar önce kavga ettiğiniz bir arkadaşınızla tekrar karşılaşsanız, ne hissedersiniz?

Genellikle böyle bir durumda olayı hatırlamasanız bile o kişiye dair olumsuz bir hisse kapılırsınız.

Tersten düşünelim şimdi de. Uzun süre görüşemediğiniz ama çok sevdiğiniz bir arkadaşınızla yıllar sonra tekrar karşılaştığınızda da bu kez aradan yıllar geçmesine rağmen siz hala tıpkı eski günlerdeki gibi aranızda sıcak bir bağ hissedersiniz. Sebebini bilmeseniz de.

Empati kitabının yazarı Adam Fawer bu durumu şöyle özetlemiş kitabında:

“İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz”

StoryTelling yani hikaye anlatıcılığı da özünde “hissetme ve hissettirme sanatıdır” diyebiliriz.

“Hissetme ve hissettirme”

Hikayeler duygularımıza dokunur ve hissetmemizi sağlar. Birine bir hikaye anlattığınızda onda bir his, dolayısıyla bir iz bırakırsınız. Ve Vega’nın da bir şarkısında dediği gibi “iz bırakanlar unutulmazlar” 🙂

Şimdi elde var bir “Duygu, hissetme ve hissettirme yani iz bırakma”

Peki öyle her hikaye iz bırakır mı?

Tabi ki hayır. İz bırakan hikayelere örnekler verelim.

Tarihteki ilk hikayeler ilk insanlar tarafından mağaralara çizilerek anlatılmıştır.

Fransa’nın güneybatısında yer alan Lascaux Mağarasından bir görüntü. Ne muazzam bir hikaye değil mi?

lascaux

Bir başka örnek. Mona Lisa.

Da Vinci’nin en ünlü eseri ve yüzyıllardır (1503’ten bu yana) üzerine konuşulan, komplo teorileri üretilen ve hep bir merak konusu olan bir eser.

Ekran Resmi 2017-08-05 00.47.58

Yok şifresi çözüldü mü? Yok işte Da Vinci aslında kendini çizdi. Mona Lisa’nın gözlerindeki rakamların manası vs. vs.

Da Vinci’nin hikayesinin sırrı çözülemese de hala devam eden gizemiyle bence en sürükleyici hikaye kategorisinde 1. sırada.

Diğer örneğimiz;

Bu melodi tanıdık geldi değil mi? Bir yerlerde mutlaka denk gelmiştir. Belki de Bugs Bunny izlerken 🙂 Evet Beethoven’ın 5. senfonisi bu…

Beethoven bu senfoninin ilk dört notasını, arkadaşı Avusturyalı yazar Anton Schindler’e şöyle açıklamış

“Kader kapıyı böyle çalar!”

Bir kez daha dinlerseniz gerçekten de senfoninin ilk dört notasında yer alan bu basit motifin bütün eserin ana fikri olduğunu göreceksiniz: Kader kapıyı böyle çalar!

Beethoven’ın kadere baş kaldırışını ve sonunda zafere ulaşmasını simgeleyen bu esere Zafer Senfonisi adı da verilmiş, senfoni özellikle II. Dünya Savaşı sırasında da gördüğü büyük ilgi sonucu adeta sembolleşmiştir.

Gördünüz mü? Bir muazzam hikaye daha. Hem de bu kez notalarla anlatılmış.

Hikayenizin iz bırakması için içeriğiniz kadar anlatım tekniğiniz de çok büyük önem arz ediyor.

Da Vinci resimlerle anlatmayı tercih ederken Beethoven notaları kullanmış. Dostoyevski yazıya dökmüş hikayelerini, Charlie Chaplin komediye, Mevlana Celaleddin Rumi ise semalara…

Hepsi hikayelerini yani anlatmak/aktarmak istediklerini aşk ile tutkuyla anlatmış ama şeklen farklılaşmışlardır.

Yani ünlü düşünür (!) Kenan Doğulu’nun da dediği gibi “ne yaparsan yap, aşk ile yap. ne dediğin değil nasıl dediğin olay”.

“Ne dediğin değil nasıl dediğin…”

İşte bu da elde var 2.

Peki dijitalleşen dünyamızda hikaye anlatıcılığı nerede duruyor?

Aslında pek de değişen bir şey yok özünde. En önemli fark kullanılan yöntemler ve platformlarda oluyor.

Öyle ki internet hayatımıza girdikten sonra hikaye anlatıcılığı da ister istemez internete kaydı.

Geldiğimiz noktada bugün Hollywood’un milyon dolarlar harcayarak yaptığı filmlerden elde edilen izlenme ve bilinirliği YouTube veya Instagram’dan çok daha hızlı ve çok daha az maliyetle elde eden insanlar var.

Nusret ve SaltBae Çılgınlığı

Mesela Nusret özünde bir kasap. İşini aşk ile yapmasının yanı sıra bu işi öyle bir şekilde dünyaya tanıttı ki, şimdi yolda yürüyemez oldu.

Nusret başından beri mükemmel bir içeriğe sahipti. Her gün etlerle oynuyor, onların her aşamasını görüyor, deneyimliyor ama bunlar son kullanıcıdan gizli alanlarda yapılıyordu. Bu içeriği basit bir televizyon röportajı veya belgeselinde anlatmak çok daha kolay iken o işi mizansenleştirdi ve içerisine God Father teması ile mizah da ekleyerek anlatmaya başladı.

Nusret de ustası Cüneyt Asan gibi işin şov kısmını farketti ve ne dediği ile değil nasıl demesi gerektiği ile ilgilendi. Hatta hocasından bile daha fazla üne sahip oldu ki burada neyi nasıl dediği ile birlikte nerede dediği de büyük önem taşıyor.

Evet hikaye anlatıcılığı da artık yaşadığımız dijital çağın önemli bir unsuru haline geldi. Nusret de Instagram’ı kullanarak bu hikayeyi çok daha güçlü hale getirdi.

Bu örnekte de gördüğümüz üzere insanlar üzerinde bir iz bırakmak, onları etkilemek; basmakalıp işler, standart söylemler, adım adım tariflerle pek mümkün değildir.

Anette Simmons da bu konuda şöyle der;

“Etkilemenin büyüsü, ne söylediğinizden çok, nasıl söylediğinizde ve kim olduğunuzda gizlidir.”

Bu etkinin kaynağında ise insanların amaçlarınız ve sizin veya markanızın hakkında hissettikleri şeyler vardır. Görünüş, duruş, tavır, hareketler müşterilerinize veya hedef kitlenize sizin hikayenizi anlatmaya başlar aslında. Yani ilk izlenimle birlikte karşı tarafta bir his uyandırırsınız zaten. Bıraktığınız bu hissiyat zamanla bir kalıba, bir ize dönüşür ve eğer doğru kurgulanırsa asla unutulmaz.

Tıpkı Felix gibi.

Aramızda bu anı bilmeyen var mı? Ya da kolay kolay unutacak olan? Hiç sanmıyorum!

RedBull Dijital platformlarda hikaye anlatıcılığını kuşkusuz en başarılı şekilde yapabilen marka. Gerçekten akıl almaz işler yapıyorlar. İşte az önceki gifte de gördüğünüz örnek gibi, insanları uzaydan dünyaya atıyorlar vs.

Benim tüm RedBull içeriklerinde gördüğüm en önemli unsur hikayenin bir tutarlılığının söz konusu olması. Büyük hikayelerin en önemli ortak noktası da işte tam olarak budur.

Tutarlılık!

Bir diğer önemli unsur ise RedBull’un hikayelerindeki odağın hiç bir zaman şaşmaması. RedBull hep bir tek şeye odaklanıyor: Extreme yani aşırılık! Ki bu da insanların bu hikayeyi izlemesine, takip etmesine, devamlılığının arzu etmesine ve konuşmasına yol açıyor. Bir kaç satır geriye gidersek Nusret’in de tutarlı ve aşırılık barındıran bir tarzı olduğunu anımsayabiliriz.

İşte bir örnek daha. Bu kez mecramız twitter.

ABD’de yapılan 2012 başkan seçimlerinde Barack Obama’nın başarısının altında sosyal medyanın yattığını söyleyebiliriz. Obama ve rakibi Romney aslında hemen hemen aynı şeyleri söylediler. Fakat Obama özellikle twitter’ı çok aktif kullanarak rakibine ciddi bir üstünlük sağladı.

Four-more-years-

Obama’ların hikayesinde duygu hep ön planda olan şeydi. Neyi nasıl demesi gerektiğine de hakim olan Obama tutarlı ve ana mesajlarına sadık kalarak kampanyalarını başarı ile sonuçlandırdı.

Özetlemek gerekirse işin reçetesi şu;

1. Önce içeriğe ve hikayene odaklan! “Duygu, hissetme ve hissettirme yani iz bırakma”
2. Ne dediğin değil nasıl dediğin önemlidir.
3. Tutarlı ol! Ana mesajına asla unutma…
4. Süreklilik olmazsa her seferinde başa dönersin!

Tabi tüm bu maddelerin bir döngü ve fayda sağlaması için bir şeye daha ihtiyacımız var. O da;

Harekete çağrı (Call To Action)

Dijital Pazarlamada Storytelling yapıyorsanız insanları harekete geçirecek aksiyon aldıracak argümanlarınız da olmalı. Bu bazen bir ürün satın aldırmak bazen oy verdirmek bazen şarkı dinletmek ve bazen de oluşturduğunuz akıma sizi de dahil ederek hikayenin daha fazla yayılmasına hizmet ettirmek şeklinde olabilir.

Hatırlıyorsunuz değil mi? Müthiş bir ana teması olan ve insanları da dahil ederek viral haline gelen bir hikaye! Hikayenin aksiyona geçirme safhasına en güzel örneklerden birisi diyebiliriz.

Son olarak yazımı çok beğendiğim bir dijital storytelling örneği ile bitirmek istiyorum.

Karşınızda: Dear Hollie ve Google Chrome…

E-Bülten

Düzenli olarak dijital pazarlama taktikleri ve püf noktaları almak ister misiniz?

Bu yazıları da okumalısın!